Perşembe, Şubat 18, 2010

YATIK SEKİZ

Bitti mi? Yok hayır, aksi gibi yeni başlıyor...

Öyle lokanta felan gibi bi yerden dönüyorduk galiba. O zamanlar çalıştığımız gazetenin
verdiği bir yemek filan olabilir. Ama gerçekten, oraya niye gitmiştik, ne vesileyle
masamızda ünlü bir sinema artisti vardı, Yasemin’le neden tartışıp küsmüştük, hiç mi hiç
birini hatırlamıyorum. Sonradan öyle utandım ki, beynim önemli bir kısmını silmiş.
Dönüş yolunu aynen hatırlıyorum ama. Arabayı Hasan Abi kullanıyordu, yine, niyeyse o artist
bizim arabada önde oturuyor, arkada da Yasemin’le ben... İçtiklerimin etkisiyle anlatılmaz
şekilde çişim gelmiş. Kimseden değil ama arabadaki o çok ünlü kadından utandığım için,
“Şöyle bir kenarda dursak abi” diyemiyorum... O kadın arada bir şevkatle bana bakıp gülüyor.
Çişimin geldiğini mi anlıyor, yoksa sarhoşluğuma mı gülüyor bilmiyorum... Ve tabii ara sıra
Yasemin’le gözgöze geliyoruz. Pis bir kırgınlığa, kedere kapılıyorum, biri ölüp gitmiş
sanki. Çok derin bir nefes almak istiyorum, yani olsa, atmosferi hidrosferle beraber
yutucam...
Çatlıyodum heralde. Bi laflar geveleyip arabayı yol kenarında durdurdum.
Nasıl güzel bir yaz gecesi. Artistin parfümü mü öyle çiçek kokuyor, yoksa havadan mı?
Otoyolun hemen kenarındaki az eğimli bir tepeye yürüyüp rahatladım. Sonra demin sözünü
ettiğim nefesten aldım bi tane... Verdim... Oraya çimenlerin üstüne oturdum kaldım.
Arabadakileri unuttum heralde. Yani, her şeyi unuttum. Sadece o nefesten bir tane daha almak
istiyordum, o kadar. Neden sonra Hasan Abi’nin sesi duydum “ İyi misin baba, geliyim mi?”
diye sordu. “Geliyorum” filan dedim galiba. Sonra onu da unuttum. Yasemin seslendi bi ara.
Aslında kalkıp gidicem, hani öyle ayakta duramayacak kadar değilim, ama unutuyorum...
Yani... Herneyse, az sonra zıpkın gibi ayağa fırladım, nerdeyse arabaya doğru koşucaktım.
Çünkü artist arabadan inmiş bana doğru geliyordu. Çok ayıptı lan, kadıncağızı tamamen
unutmuştum. “Yok yok gelme otur orda bi sigara içelim” dedi.
Bundan sonrasını harfien hatırlıyorum. Rezalete bak yaa, koca artist beni avutmaya geliyo.
Köprüye çıkmış gibi lan ne fena. Oysa valla önemli bi derdim yok, o kadar sarhoş da değilim.
Sadece o an için arabadakileri unuttum işte.Yanıma oturdu sigara içiyoruz. Çok utandım ya,
kafam cin gibi çalışıyo artık.
“Yaa çok özür dilerim sizden. Hafif başım döndü oturup kaldım buraya. Sizi de geç bıraktım”
filan dedim.
O hiç bişey söylemedi ama. Susmuş, anne şevkatiyle öylece bana bakıp gülüyor. Bir ara sigara
içerken, oynadığı bir filmdeki haline benzedi. Ben hala durumu açıklıyorum. Muhtemelen aynı
şeyleri tekrar ediyorum. Yasemin’le Hasan Abi de aşağıda araba başında sigara içiyolar... Oh
ne güzel, herkese rezil olduk. Diğerleri neyse de... Sonra, artist beni susturup saçlarıma
şakadan vurarak
“Ne güzelsin yaa” dedi.
“Ehe, yalan değil içince kafam güzelleşti biraz” dedim utanarak.
Ardından hiç bir filminde görülmeyen, dingin, tuhaf bir yüzle otoyolda hızla giden arabalara
daldı...Gözleri daha çok yolda, bazen dönüp bana gülerek konuştu:
“Herkes bu kadar sarhoş olup kaybolamaz. Ne şimdi, ne de yarın ayıldığında, pişman olma emi.
Hem seninki içkiden değil çok belli ki Yasemin’den... O da ne hoş yaa. Ne kadar güzelsiniz.
Ne kadar güzelsiniz... Bak bi daha söylüyorum, utanılacak bişey yok. Aşkı başka bişey sanan,
içki içip kaybolmaktan sadece kusup devrilmeyi anlayan o kadar çok insan var ki...”
Bu şimdi oynuyo mudur? Artist kısmısı istediği vakit oynar mı hakkaten. Artık orta yaşta
zaten. Belki, benim görmediğim bir filminde sarhoş kardeşini avutan bir abla rolü filan
vardır, bunlar o filmin laflarıdır. Yok ama ciddi sanki. Ya, ama ciddi olsa ne olur,
söyledikleri doğru değil ki. Neremiz güzel lan. Bitti işte. Hem mutlu olsa, kim kaybolmak
ister. Sürseydi tamamdı, güzel olurduk gerçekten. Ama şimdi bu ne ki. Böyle olamayanlar,
bunu bilemeyenler varmış. Ne mutlu onlara . Tamam üç beş fazladan mutluluğumuz, havalara
uçtuğumuz vardır. Ama bir o kadar da fazladan hüznümüz oluyo be güzelim.

“Ben bu hallere ‘şahane arızalar’ diyorum. Tamam bişeyler bozuluyo ama güzel bozuluyo” dedi
artist.
“Sonuç olarak ortada bi arıza var” dedi kalan aklım, otoyol temalı arıza resmine, kadrın sağ
alt köşesinden giren artiste bakarak.
“Dedim ya şahane bi arıza” dedi. Anne gibi saçlarımla oynadı.
Bu bir film olsaydı. Yönetmen “Kamyon geçti bi daha çekicez” deseydi, artist abla hareketini
tekrarlarken Yasemin bu tarafa bakıyor olsaydı, kamera yakın girip çatlayan Yasemin’i
görseydi.

Artist abla sigarasını bitirdi, binip gittik ... Gerçi söylediklerine aklım yatmadı ama yine
de kral bir insan. Hatta ne kadar güzel... Ben de O’na söyleyebilmek isterdim:
“Ne kadar güzelsiniz.”

Sonra bi kaç kez daha oldu bunlardan. Başlarken, yürek pıtırtılarına kapılmış, zıplayıp
gezegenlere kafa çakıcak gibi hissettiğimde ya da bitiyorken bıçaklayan sözler havada
uçuştuğunda, kaybolmalara gittiğimde... Birileri çıkıp “Ne güzel” dedi... “Bok güzel”
diyebildiklerim oldu, gerçekten öküz olduklarını ve hayatta böyle birşey yaşayamıycaklarını
düşünüp üzüldüklerim de.
Kimi zaman, durulur artık belki dedim. Olmazmış ama öyle... Asla olmazmış... Ölünceye
kadar...
70 li yaşlarında bir şair “ Babanız Yine Aşık Çocuklar” şiirini okuttu bana. O yaşta gülen
gözlerinden anladım, torunu bile anlardı, yine aşıktı. Tuhaf bir biçimde adamın o arıza hali
hoşuma gitti ama. Az kaldı ben de geyikleşip “artizlik” yapıcaktım amcaya
“Ne kadar hoşsunuz, ne mutlu size” diycektim...
Ne peki? Çok açık. Herkes kendinde olmayanı ister. Onlar sana “serseri” sen onlara “öküz”
dersin ama birbirinize imrenirsiniz. Onlar hep birbirleriyle yaşamaktan, sen o birini
ararken başlayıp bitenlerden yorgunsundur. Öyle mi, evet. Peki mutlu aşk var mıdır? Çocuklar
bile biliyo ki yoktur. E, tamam o zaman, sorusu olan yoksa dağılalım.
Yaa, kolay mı öyle. Var sayalım ki biri gelip hayatın böyle bir sırrını kulağınıza
fısıldadı. Bu ne işinize yarar ki?

Aksi gibi yeni başlıyo şimdi.

Nasıl olduğunu tam anlatamıycam. Yok o laflardan...
Bitince bitmiş oluyo, ilk başta en derin kesik sanıyorsun, sonra en azından görünüşte
kapanıyor. Ama başlarken. O nasıl bir kavga allahım.Biri gelip olan gücüyle duvarlarınıza
sarmaşık oluyor. “Git işine” diyosunuz, “Bi daha kaybolamam ben, daha yeni döndüm buralara.”
Dinlemiyor ama usul usul sarıyor duvarları “ Ya bensem” diyor. Eh be güzelim, ya yine sen
değilsen ama...

Uzanmış birbirimize şirinlik yapıyoruz.
“Hiç kimse için tam öyle biri yoktur ki” dedi.
“Oturup imal etmek lazım onu. Sen yapabilir misin?”
Başını göğsümden kaldırıp gözlerini gözlerime dikti.
“Yapabilsem senden yapardım bi tane daha” dedim. “ Bu burundan, bu dudaklardan, zor ama, şu
gözlerden.”
Utanıp başını indirdi, yine göğsümde kayboldu.
İyi de, başlarken söylüyo işte insan bu laflardan, noolucak ki... Aynı zihniyet, aşka final
cümleleri de benzer incelikte kuruveriyor.
Kafasını kaldırmadan konuşuyor şimdi :
“Ben seni kaç tane seviyorum biliyo musun? Üç tane, beş tane filan değil, sekiz tane... Ama
yatık sekiz.”
Doğruldu.
“Biliyosun di mi yatık sekizi?”
Parmağıyla havaya sonsuzluk işareti çiziyor.
“Yatık sekiz...Yani sonsuzluk demek”
Demesin ama böyle ...

“Şahane arıza” başgösterdi. Durduk yere kafamda bir final cümlesi dönüyor. Gidenlerden
birine söylemek istemiştim... Eyfel Kulesi’nin oralara gidiyordu. Son laflardan söyledi bi
sürü.
“Mamafih...” dedi.
“Mamafih” diye başlamamıştır heralde. Ama şahane arıza böyle bellek ve sözcük oyunları da
yapar insana.
“Mamafih. Bu tam bir gidiş değil. Geldiğimde gene gelirim...”
Cümlenin diğer tarafları şahane arızanın oyunlarıyla dolu olabilir. Ama “Geldiğimde gene
gelirim” bölümünü olan berraklığıyla hatırlıyorum.
Tabi uzaktan bakılınca sabit gibi görünüyodum ben öyle. O duvarlarla kimse bi yere hareket
edemezdi. Ben gidene kal diyemezdim. O geldiğinde gene gelirdi.
Arızanın en uç noktasında genel tuvalet talimatı beynimde olabildiği kadar zarif taklalar
attı:
“Nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak” demek istedim.
Finale en çok o cümle yakışırdı. Söylemedim tabi. Tren karşısında ikilemde kalmış, felsefi
uçurumlara düşmüş bir öküz gibi baktım durdum. Kimdi ulan o trendekiler? Nerden gelip nereye
gidiyorlardı? Gitmeye mecburlar mıydı? Beş N bir K... Şimdi bir de yatık sekiz...

“Ben seni kaç tane seviyorum biliyo musun? Üç tane, beş tane filan değil, sekiz tane... Ama
yatık sekiz.” Doğruldu “ Biliyosun di mi yatık sekizi.” Parmağıyla havaya sonsuzluk işareti
çiziyor. “Yatık sekiz...Yani sonsuzluk demek”

- Deme ama böyle. Bu çok ciddi ve bağlayıcı bir laf şimdi. Böyle olmadığını biliyoruz.
- Niye ki. Şu an ben böyle hissediyorum.
- Ama şu an.
- Aslında saatler hep yatık sekizi gösterir.
- Nasıl yani? Neyse konuşmayalım. Öyle olsun... Ne güzelsin şimdik sen.
- Hıı öyleyim, biliyom ben...
- Ehehe... Çok da alçak gönüllüsün.
- Bi saniye çekelim elimizi. Bilimsel bişey konuşuyoruz şurda. Her zaman dilimi ve şu an
sonsuzdur. Kantor’un içiçe aralıklar dizisini biliyoruz...
- Nerden biliyoruz?
- E, çok da kültürlüyüm bi taraftan. Kantor dizisinde her bir aralık sonsuz küçük parçaya
bölünebilir. Dolayısıyla sonsuza ıraksar.
- Bizim zamanımızda şairlerden filan alıntı yapılıyodu, matematikçilerden değil.
- Bak hala “bizim zamanımız” diyo yaa. Yok ööle bişey, yatık sekis diyom ben sana.

Evet yatık sekiz... Değil ama öyle olsun. Şu an için olsun peki. Bitip kaybolmak isteyinceye
kadar. Oturup günümüzün dolmasını bekleyelim. Hem belki o “şu an” lardan birinde takılı
kalırız. Olamaz mı? Şu an için o bile olucakmış gibi gözüküyo.
“Üç değil, beş değil, sekiz tane... Ama yatık sekiz.”
Ben de tekrarladım. Kendimi çok zorladım, biteceği zamana dair aklıma birşey gelmedi. Yine
çok mu acı çekerdik... Varsın olsundu. Hem, şimdi böyle sarılıp uzanmışken, o “artizin”
dediği gibi...
Ne kadar güzeliz... Ne kadar güzeliz.


Atilla ATALAY

Hiç yorum yok: